beautiful love -- sophie milman

30 Ocak 2011 Pazar

Önsöz Niyetine

     Biraz gecikmiş bir önsöz olduğu aşikar, gerekli bir önsöz mü peki: bilmiyorum; ama canım böyle istedi. Bir şeyler diyeyim de ileride gerekince 'ben dediydim' diyebileyim, keza bu blog zımbırtısını sevdim gibi, bir ilerisi olucak sanki.

     Abuk sabuk düşüncelere hepimiz dalarız, kimimiz bu düşünceleri etraflıca düşünmeyi, daha doğrusu o düşüncelere kendini kaptırmayı severken; kimimiz onları zihninden çabucak atmaya bakar.  Benim en büyük kişisel problemim bu iki gruba da dahil olabilmem. Bu saçma diye atfedilebilecek fikirlerde sörf yapmayı severken, onları zihnimden bir an önce atıp hayatıma dönmek için de kıvrandığım oluyor. 
     Genel kanının aksine, bu noktada ben size bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunabileceğini göstericem. Yazdığım, yazıcağım konular hakkında birşeyler okumuş muyumdur, belki evet.. Lakin büyük çoğunluğu sahip olduğum etraflıca bilginin yetersiz olduğu konular, ee peki şu soru gelmiyor mu sizin aklınıza: '' İyi de kardeşim, niye bunları bizim okuyabileceğimiz şekilde paylaşıyorsun? ''. Cevap şu 4 ( aslında 3 diye başladım; ama 4 oldu, iyi mi? ) maddeyi içeriyor;
     1) Yazdıklarımın hiçbir yaptırımı yok, beğenmiyorsan okumayabiliyorsun.
     2) Zaten saçma düşüncelere kapılıyorum; ama bunları insanlara sunacağımı bilmek bende az çok toparlanması gerektiği gibi bir izlenim uyandırıyor. Saçma saçma dağınık bırakmaktansa üzerinden bir kez daha geçip bir şeylere benzetiyorum.
     3) Şöyle bir düşüncem vardır, genel konular hakkında öznel fikirleri yansıtmak her birey için gereklidir. İnsanlar benim düşündüklerimden yola çıkarak ya da bu düşüncelerle kendi fikirleri arasında benzerlikler kurarak genele daha rahat ulaşabilirler.
     4) Size de şu mesajı vermek: Düşünün. Saçma gelmesi bir şey ifade etmez, çevrenizdeki dünya ile ilgili yapıcağınız her yorum bir zenginliktir.

     Ek olarak şunu da söyleyeyim, yazımın bir yerinde 'Aman ben bunu duyduydum, ay çalıntı gibi, ay şuna özenmiş' derseniz, bana ulaşın ve nereden çalıntı yaptığımı lütfen söyleyin. Zira en büyük hastalığım bazı şeyleri hatırlasam da nereden zihnime girdiğini hatırlayamamamdır. 
     Çalıntı noktasına da gelirsek, böyle bir tasam yok. Ben insanlığın binlerce yıllık kültür birikiminden sonuna kadar faydalanıyorum, zaten çoğunlukla yeni bir şeyler üretmek yerine varolanlar hakkında zırvalayıp onları tekrar ediyorum. Bu süreçte ister istemez, başkalarının sözleri kendi sözlerimmiş gibi ağzımdan çıkabilir -ki kesinlikle bilinçli yapılmış bir şey değil- benim de dert etmediğim üzere. Zira o sözler, benim sahibini bile hatırlayamayacağım bir konumda aklıma gelebiliyorsa zaten insanlığa(kültürel mirasa) mâl olmuştur.

     Bir diğer notka ise noktalama işaretleri. Bundan neden bahsediyorum ben de bilmiyorum. Dikkatimi çeken nokta şu ki, telefondaki kısa mesajlarımda tüm yazım kurallarına dikkat eden bir insan olarak, bu ritüelleri; formspring, facebook(eskiden diyeyim artık), MSN gibi diğer ortamlarda tamamen göz ardı ediyorum. Burada nedense tüm kurallara uyarak yazasım geldi, enteresan.

28 Ocak 2011 Cuma

Neden Üniversite Yaşamı?

Aslına bakarsanız bahsedeceğim konular sonda bu sorunun cevaplarından sadece birisini verecekti, yani bu soru üzerine yazmak yerine yazdıklarımı bu soruya çıkan yollardan birine bağlayacağım.

     19 yaşında, ( ne kadar süreceği belli olmayan ) üniversite hayatının başında bir gencim. Bu noktada bir yıl önceki halime mantıklı düşünebilecek şekilde dışarıdan, yanlış tespitler yapmayacak kadar da yakından bakabiliyorum. Bu durumda kendimin geçmişte az çok içinde bulunduğum ama farkına varamadığım sorunu, anca belli haklar elde edince kavrayabildim ya da daha net gördüm. Aslında demek istediğim bunca yıllık sürece aykırı bir şekilde, hak elde ediniminden sonra sorun tespiti yapabildim. Peki neydi bu sorun? Tabii ki gençliğin yetişkin devreye en büyük çelişmelerin, aile içi tartışmaların temelindeki görünmeyen nokta: Gençliğin kendi yaşamı üzerindeki söz hakkı. Bundan sonrasında bu sorun etrafında iki farklı profilden bahsedeceğim.

     Üniversite öncesi diye tabir edebileceğimiz hepimizin geçtiği hâlâ geçmekte olduğu evre, psikolojik yönlendirmelerin içinde kendini ve sorunlarını tanıyamıyor diyebilirim. Bu sorunlara başka isimler atfediyor, bunu yine kendi gibi insanlar içinde basit cümleler ile değerlendirip kendisine biçilen garip yaşam yönteminde kavrulup gidiyor. Peki bu yöntem ne? Birey olma süreci ve bunun için yol olarak gösterilen üniversiteye girdirilme zorunluluğu ( yan sanayisiyle birlikte günümüzün en büyük sektörünü oluşturmuştur bu zorunluluk, en azından bir gencin dünyasında ). İşte bu gençlere gösterilen örneklerde mesleği elinde olan, çoğunlukla akademik başarılarla bir noktaya geldiğine inandırılan insanlar kendi kararlarını alan, iplerini başkalarına salmayan, gençlerin o çağlarda en büyük heveslerinden olan kendi kararlarını verebilme yetisine sahip insancıklar gösteriliyor. Çizilen yol nedir? Çalış, başar, üniversiteyi bitir ve evet artık birey olacaksın, devlet senin karar verme yetini ailenden alıp sana verecek. Peki sen sorarsan ki okumazsam ne olur? Orada sevgili medyamız dizileriyle, haberleriyle 24 yaşında okumamış, işsiz insanları hâlâ anne-babalarına yük olarak gösterip kararlarındaki serbest olmama durumunun altını çiziyor. Bu insanlar okumak zorunda hissediyorlar.

     2. profilimizde ise yetişkin insanlara bakalım. Hani hepsinin ortak noktası kararlarını verebilme olan şu yığın. Gençliğin gözünden bir kez daha bakarsak bu insanlara; gençlerin görmeye yönlendirildikleri şey, bu insanların kararlarının kendi inisiyatiflerinde olduğu. Gençlerin görmeye gizlice itildiği şey de, iyi hepsi karar veriyor da bazılarının seçeneği daha fazla, seçenek için rekabet et, genç! Peki adamlar ve kadınlar ne kadar söz sahibiler kendi kararları üzerinde? Hemen hemen hiç. Çünkü bu insanların bağlı oldukları yapay ve doğal kurumlar var, dolayısıyla sorumlulukları. Millî yükümlülükleri, ahlaki değerleri, işleri, eşleri, çocukları, anneleri-babaları (evet, hâlâ ) var. Bu insanlar bir yere yönelme kararı verse ters tarafa bağlayan ip onu geri çekiyor, başka yöne gitse başka bir ip çekiyor. Bunların kendi etrafında ufak bir çemberleri var, orada tam anlamıyla kendi çaplarında eğleniyorlar. Bu serbestlik alanı iş-ev-3.değişken  üçgeni oluyor.

     Zor soru şu ki: Toplum ve devletin yetişkinlere sunduğu serbestlik mi daha geniş yoksa ailenin çocuklarına sunduğu serbestlik mi?

      Soruyla siz uğraşın, ben size 3. profilden bahsedeyim. Daha doğrusu bir geçiş formu, zira yazının başlangıcında sadece iki profil var demiştik. Üniversite hayatı, acaba burada nasıl bir konseptte duruyor? Öncelikle bu hayatı yaşayanlar özgürlüğün gereği gibi görünen ekonomik bağımsızlıklarını hâlâ kazanmış değiller, dolayısıyla kendilerini üniversite öncesi gençlerden ayrıcalıklı tutanın farklı bir şey olması lazım. O ayrıcalığın kaynağından önce ayrıcalıklara biraz değinelim: Bir yetişkin gibi söz sahibi olmak hem de bir anda. Tabii ki en büyük ayrıcalık bu haklara sahipken bir yetişkin gibi kendisini bağlayan şeylerin çok sınırlı olması. İşte bu yüzden üniversite yaşamı bir insanın hayatında tadabileceği en yüksek hazları barındırabilir. Dış dünyaya karşı algısının en açık olduğu, dolayısıyla zevklerini doyarak hissedebildiği çağlarda bağlılıkların azlığı, özgürlüklerin çokluğuyla insanlara sunulmuş bir armağandır.

     Üniversite yaşamını bu kadar ayrıcalık yapan sebep ne peki? Kuşkusuz ki otorite boşluğu.. İnsan hayatını üç kısma ayırmış gibiyiz: üniversite öncesi, üniversite, yetişkinlik. Üniversite öncesi ve yetişkinlikte şahsın üzerinde duran bir otorite illaki var. Belli sorumluluklar ya da kendilerinden sorumlu olanlar var. Kaçınılmaz ki toplulukların üzerinde otoriteye dayalı bir ağırlık varsa bu altındakilere ağırlığını dağıtacaktır, siz sadece az ağırlık taşımak için kaytarabilirsiniz. Bu otoritenin üniversite yaşamında geçici kayboluşu üniversiteyi cazip kılıyor.

     Biliyoruz ki üniversiteye girmek isteyenler, üniversiteyi yetişkinlikle ilgili yanlış izlenimlerine erişmek için araç olarak kullanıyor. Fark ediyorlar veya etmiyorlar; üniversite, asla gösterildiği gibi olmayan yetişkinlikten önce bulunabilecek bir cennet. Bunu ne zaman idrak edecekler? Belki bu yazıyı okuyunca, belki de üniversite yaşantılarının son yılında. Dileriz ki mezun olduktan sonra olmaz..

27 Ocak 2011 Perşembe

trafiksizsiniz-trafikaos-trafik:peki kimin için?-başlıklarından bi tanesi

           ilk yazım oluyore. ilk konu olarak neden trafik seçtim bilmiyorum, belki beni fazla ilgilnedirmediğindendir. evet ilgilendirmiyor. çünkü öyle bi anlayışım yok, zaten ehliyeti olmayan bir insanım, yaya olarak dahi hiç bi mesuliyeti yerine getirmiyorum.
         şöyle ki: mesela karşıdan karşıya geçerken sol-sağ-sol-sağ bugün bayram olsa olayı. kaçımız bunu yerine getiriyor veya kaçımız bunun gerekli olduğunu düşünüyor. ben şahsen direk bakıyorum, araba uzaakta ha o zaman geçiyim. hele de tekyönlü yollarda sağ-sol davası 80lerdekinden demode kalıyo evet.
          bu durumun bigünde kaç kere arabaları ani durdurmaya sebebiyet verdiğimin, kaç kere küfür yediğimin, kaç kere son anda sıyrıldığımın, kaç kere trafiği kilitlediğimin haddi hesabı yok. hala akıllanmamış bulunmaktayım. bikere çokiyi hatırlarım bahçeye gidiyodum evden, bor yolunda istikbalin oradaki yolda, karşıya geçecektim. şöyle baktım haa evet araba yok ya da uzakta dedim. yoldan geçerken militmetrik bir sıyırışla bi motosiklet geçti arkamdan fiyuuuv diye. sürücüsünün bana ettiği küfür hızıyla birlikte yayıldı havaya: amınaaa kkoruuımm. evet orda suskunluğumu korudum, o da haklı tabi. zaten adam uzaklaşmıştı, ben de içimden küfür ederek ona ulaşmasını umdum.
          bi de şu asker giderken uğurlanışı, sünnet ya da normal düğünde şıngıdı mıngıdı oynayan bilimum insan topluluklarının trafiği felç edip bi de yetmiyomuş gibi ses kirliliğine sebep olmaları, efendim sevincinizi yaşıyacaksanız trafiğe kapalı bir alanı seçiniz ki biz de nirvanaya erişelim! düğünlerdeki hardcore desibel seviyesi var ki o da ayrı bi yazı konusu olur.
          trafik büyük sorun diyolar hele istanbulda, ankarada yaşayan insanlar(niğdede olmayabilir(gerçi olmaya başlamış son zamanlarda, bunu kişibaşına düşen araç sayısının yükselmesiyle doğru orantılı olduğunu varsayabiliriz.)). işte o zaman küçük şehirdeki insanlar amaaan hep aynı sorun diyerek büyük şehirdeki insanlara acıyacaklarına gelip deneyimlemeliler(hahayt ankaralıyım ya artık ondan). hele de o, hele de o akşam mesai çıkışı yok mu?! normalde 15dkda giden yüzdoksansekiz, efendim o saatlerde 50dkyı buluyo gitmesi, yolda mikrometrelik(milimetre olamaz o çünkü) ilerleme anevrizmaya sebep olucak ama gel gör ki ambulans bile geçemez o trafikte, ne oldu işte kim öldüye gittin! ilk başta dedim trafik ilgilendirmiyor diye ama bu gibi durumlar istisnaya giriyo binevi.
          trafik ışıklarının yanma süresinden de muzdaribim ben! kızılaydaki o çılgın kalabalıkla birlikte atatürk bulvarından karşı karşıya geçmek o kadar az saniyeye(kaç saniye unuttum, 28di galiba) sığamıyor. ilk başta rahat rahat geçerken saniyeyi ayarlayamıyoruz, yolun yarısında aha çogaz kaldı diyerek, koş babam koş. bunu engellemek için ben genelde, mesela 24 saniye olsun, 12 saniyesini bir yol için kalan 12yi diğer yol için planlıyorum, ama nedense hep 15.saniyede ikinci yola geçmeye başlıyorum. trafiğin akmasına o kadar süre(bunu da unuttum ama kesinlikle daha çoktu.) verirken, yurdum insanına, o kaldırımları döşediğin o yolları yaptığın kişiye neden o kadar az süre? biz birer usain bolt, birer süreyya ayhan değiliz sayın yetkili!
          trafikte telefonuyla konuşan fantastik insanlar peki?! bi tane kulaklık al. parasız mısın değilsin, peki neden, ha neden?!!
          yazıyı bir kazasız belasız bunu biliyor muydunuz ile bitireyim: dünyada her yıl eşeklerin yol açtığı kazalardan ölen insan sayısı, uçak kazalarında ölen insan sayısından daha fazlaymış. national geographic öyle söylüyo.
          evet uzun oldu biraz farkındayım. ama rahatladım şimdi, iyi geldi. sen muhtemelen anaa çok uzun okumam ben bunu diycen, o zaman sözüm sana sabırlı insan, oku! belki sen de kendinden bişey bulursun! (bunu sona yazmam da garip oldu, bunu okuycak insan zaten okumuştur yazıyı ehehe.)
"trafik ne aşklara gebe?" zaytung haber ajansı bildiriyor.

23 Ocak 2011 Pazar

Antalya'ya Dönüş Ama Nereye?

     Son bir aydır yaşadığım sıkıntının iyice farkına varmış bulunuyorum. Bu sene farklı bir şehirde üniversite okumaya başlayan birisi olarak hissedebileceğim tüm aidiyet hissayatı gasp edilmiş gibi. Normal şartlarda bunu sonuna kadar arzulayan insanlar vardır muhakkak, zira bu insanlar bireyin kendini bir yere ait hissetmesinin rasyonel karar alma sürecindeki en önemli engellerden biri olduğunu bilirler.
Neyse burada benim üzerime düşen genele yansıtmadan kendi özelimden durumu aktarmak bence, muhakkak okuyan birisi kendisindeki benzerlikleri farkedicektir.

     Bu süreç nasıl mı işledi? Öncelikle beni Türkiye'nin en güzel yurtlarından biri olduğunu söyledikleri yurtlardan birine, liseden 2 arkadaşımla bi de tanımadığım bir adamla koydular, hiç sorun yok. Ben ne zaman ki odada geçirdiğim vakit ile odada çıkan problemlerin sayısının doğru orantılı olduğunu anladım, işte o vakitten sonra odada geçirdiğim süreyi minimuma indirip, geçici bir yaşam tesisi gözüyle bakamya başladım ( evet, zaten olması gereken bu biliyorum. ) . Bu konumda bana ev olarak Antalya'daki evimi düşünmek mi kalıcaktı peki, her şey bu kadar basit falan mı? Burası değilse orası mı evin?

     İşte artık problemin büyüklüğünün farkına varmaya başladığım evre geliyor. İnsan evine döner, annesine babasına sarılır. Eve bir göz atmaya başlar, tekrar bana dönücek olursak ilk gözüme çarpan ülkemiz ailesinin en büyük hobisi olan salondaki eşyaların yerini değiştirmenin bizim evde de gerçekleşmiş olmasıydı. Burada şu soruyu sorarsanız bir an boşlukta hissediyorsunuz: Acaba kaç kez değiştirdiler? Sen, gitmeden öncesini biliyorsun ve şu anı. Bu demek değil ki sen yokken bu salon büyük değişiklikler atlatmış olmasın, ailen evim diyebileceğin bir yerde senin farkına bile varamadığın kararlar alıp kullanamayacağın şeyleri üzerinde uygulamalarda bulunmuş olmasın.. Burada neyi anlaman gerekiyor biliyor musun, ben biliyorum da zira.. O insanlar da artık bu ev üzerinde senin ilgin ve inisiyatifin olmadığı fikrindeler. Tabi bu fikrindeler diyince bu bilinçli bir farkındalık durumu gibi oluyor, katiyen bunu kendilerine söylemiyorlar.Farkında değiller, bunu sözcüklere dökmeseler de aldıkları kararda kriterlerden(farkında olmadıkları kriterlerden) birisi artık senin bir kriter olmaktan iyice uzaklaşman. Sen yüzlerine vursan 'saçmalama evladım, burası senin de evin' diyicekler. Yine söylüyorum ki ben sizin bu noktada, ' Ulan içinde olanlardan haberimin bile olmadığı, söz sahibi durumunda bulunmadığım bir yer nasıl benim evim olur? Zaten 4 aydır yaşamıyorum da burada! ' diye düşünebilecek dirayette olduğunuza inanıyorum.

     Gözlem yeteneğiniz de önemli mesela, siz inatla salonun değiştiğini görmeyebilirsiniz ya da benim gibi ilerisini de görebilirsiniz. Yazıcının yeri değişmiş, anneannem farklı odaya taşınmış, televizyon kumandası değişmiş..

     Bu noktada birey kendini bir yere ait hissetmemenin zevkini ve tasasını hissediyor. Sonuç olarak Antalya'dayım ve dinleniyorum. Evim diye tanımlanabilecek tek yerdeyim, buradan 3 hafta sonra ayrıldığımda buraya bir dahaki uzun dönüşüm en az 1 yıl sonra olucak. Tabii burası yine de evim olarak nitelendirilmeye devam edicek.. Bunda ne sıkıntı mı var, bilmiyorum. Şurada herhangi bir yazıya sığdıramayacağım uzunlukta ya da benim toparlayamayacağım dağınıklıkta.

     Burada bu yazıyı sonlandırıyorum, bakıyorum da ilk yazı için olması gerektiği gibi, benim standartlarımdan uzun olmuş. Zira hep uzun başlar da gitgide kısalır diye tahmin ediyorum..