beautiful love -- sophie milman

24 Mart 2011 Perşembe

Bugün 24 Mart

ve haliyle yepyeni bir gün. Saat 6'nın ayazında AŞTİ'ye ulaşmanın hazzı bir yana, odaya geldiğimde kapının kitli ve anahtarın kilitte unutulmasından ötürü ikinci orgazmı da yaşadım.

Bilgisayarı açtım, maillerime baktım. Kapatmadan bir de bloguma bakayım açılmış mı derken arkaplanda en son koyduğum(ne zaman olduğunu bile hatırlamıyorum) parça çalmaya başladı.

Şimdi taşlamam geliyor, bre insanlar, hep deyip duruyorsunuz ki bir şeye yasak konursa daha çekici olurmuş da ilgi artar, kullanıcısı heveslenirmiş. Hayır efendim, bugün Blogger'a uygulanan yasak kalktı ama bak bakayım hiç yazı yazasım var mı? Zaten kapalıyken de aklıma gelmiyordu pek..

Keşke tüm interneti bana iki günlüğüne yasaklasalar da artık Ekşisözlük ve Hotmail'e(evet, Gmail'e bir türlü alışamadım) de girmesem...

22 Şubat 2011 Salı

Srpski -- Kişiye Göre Değişir Mi

     Sırbistan’a gitmenin heyecanını yaşadığım şu günlerde '' Srpski'yi izlemeden Sırbistan’a gitme '' diyen insanın lafı üzerine daldım torrent alemlerine. Filmle ile ilgili vereceğim her bilgiyi zaten bulursunuz, tabii bana düşündürdükleri hariç. Merak etmeyin, spoiler vermeyeceğim.

     
     Filmin genel olarak döndüğü noktadan sıyrılıp bu bahsedeceklerimi hayatın her noktasında varsayabilirsiniz.  
Filmi izlerken bir arkadaşımla konuştuklarım aklıma geldi, bana demişti ki bir sorumun üstüne: ''Kişisine göre değişir, kimi yapar kimi yapmaz'' . Şimdi bahsedeceklerim o gün o arkadaşıma verdiğim cevapla paralel ve film sayesinde tekrar hatırladığım bir şey.
     
     Doğrudan örneklerle başlayayım, YERİ YALAYIN ! Çoğunuz bunu aklına getirse bile yapmaz. GÖZÜNÜZÜ KAPATIP BİR SANİYE BEKLEYİN VE AÇIN GÖZLERİNİZİ! Bana gareziniz olmadığı sürece hemen de yaparsınız. Daha karışık bir örnek verelim mi? Beni ilk gördüğünüz yerde yanağımdan öpün! İşte burada kişiye göre değişir diyebilirsiniz, tabi burada kastettiğimiz kişi eylemi yapacak olan. Siz diyorsunuz ki; bazı insanlar öper, bazıları öpmez. Peki fark ne? İnsandan insana değişen durum; büyüme şekillerindeki, geçmiş deneyimlerindeki, o anki ruh hallerindeki, benimle olan arkadaşlıklarındaki ve bunun yanına ekleyemediğim yığınla şeydeki farklılıklar. Soruyu sorayım mı? İnsandan insana farklar olduğundan birilerinin beni yanağımdan öperken birilerinin öpmeyeceği noktası normal de, tek bir insanın geçireceği farklılıklardan sonra beni artık öpmeyi veya öpmemeyi tercih etmesi abes mi? Hayır.
     
     Zırvalamaları bırakarak özete gelelim, ‘kişisine göre değişir’ cevabı bana şunu öğretti: Yapılmayacak şey yoktur.
     
     Bir duruma bakarken iki değer onun yapılabilirliğini belirler: Ondan elde edeceğiniz haz, fayda ve bunun karşısında harcayacağınız enerji ile o eyleme karşı duyduğunuz antipati. Bunların büyüklükleri arasında yapacağınız tahminler yapıp yapmayacağınız kararını belirler. Elde edeceğiniz haz, fayda eylemden eyleme değişirken aynı eylemde onun zevklerinden haberdar olmamanıza göre az tahmin edilip yanlış hesaplanabilir. Biz haz ve faydaya A diyelim. Antipati noktasına gelir isek, bu genelde olayın size maliyeti ve çevre tarafından ya da bizzat kendiniz edindiğiniz; o olayın ayıp, kötü, iğrenç olduğuna dair izlenimlerdir. Buna da B diyelim. Aşikardır ki, A değeri B’den büyük olmadıkça siz o eylemi gerçekleştirmezsiniz.
     Şimdi en olmaz, asla yapılamaz dediklerinize bakalım. Bunlar genelde B’nin  A’dan çok büyük olduğu eylemlerdir. O kadar büyüktür ki size insanlık dışı diye nitelemekten başka çare bırakmaz. Peki öyle mi? Sen, sevgili arkadaşım; B, A’dan o kadar büyük olmadığında ‘canım istemiyor’ , ‘yoklukta gideri var’ , ‘vaktim olursa’  diyor ya da ilk alkol aldığında yapıveriyorsun. Neymiş canım benim, yazının başında dediğime gelecek olursak, bu B ve A değerleri değişkenmiş. Bir gün o eyleme tekrar göz attığında B’yi o kadar düşük bulursun ki; alacağın haz o kadar büyümüştür ki gözünde artık, A senin için gökdelen gibidir; insan olan yapmaz diyeceğin şeyleri yaparsın.
     
     Yeri yalamam demeyin,  yalarsınız. Neyse Srpski işte bana bunları tekrar düşündürdü, gözüme sokmak istediği bu değildi belki..
     
     Sırbistan demişken, Münazara Topluluğu’ndan bir arkadaşımla çok feci bir şekilde gaza gelmiş durumdayız. Sırbistan’a kadar turnuvaya gitmişken Hırvatistan, Bosna, Karadağ, Arnavutluk’u da görelim diyip 6 Mart’a dönüş aldık. Yarın akşamdan itibaren uzun bir ara vereceğim bloga. Zaten yığınlar pür dikkat bizi takip ediyordu, siz okuyanları üzmek en çok beni üzdü inanın ki…

18 Şubat 2011 Cuma

İnsan Yaşamı Üzerine vol.2

İlk yazıya kamuoyundan gelen tepkiler üzerine birkaç serpiştirme yapayım dedim.


Çizdiğimiz ideal yaşam algılayışında 7 aylık ömrü olduğunu düşünen ve planlarını ona göre düzenleyen insanlar vardı. Peki bu, insanlara nasıl faydalar getirmişti:


1) Vakitleri dar olduğundan uzun planlar yapamıyorlar ve zaten gerçekleşmeme olasılığı yüksek olan uzun planları da başarısız olmuyor haliyle. Artık daha mutlular...


2) 7 ay sonunda ölmediklerinde yeni bir yaşama kavuşmuş gibi seviniyorlar. Bakınız, 7 ay sonunda ölmezseniz size verilen şeye yepyeni bi 7 ay gibi bakmazsanız, yepyeni bir yaşam gibi bakarsınız. Sonuçta tartışmayacağımız üzere zaman kavramları görelidir ve 7 aylık süreyi hayata denk tutmak, onu sizin için vazgeçilemez kılar.


3) Artık hayatları 7 ay olduğu için bu adamların vakti çok daha değerli, artık daha az tembeller.


4) Son olarak da bu adamlar yakınlarının kaybına daha az üzülüyorlar. Şöyle ki, siz çok sevdiğiniz bir insanın ortalama 70ine kadar yaşamasını beklerken pat diye kaybetseniz, büyük bir yıkım yaşarsınız. Halbuki o adam 7 ay (hatta onun da ortalarındaysa o sırada 2,3 ay) sonra ölecekken pat diye giderse eğer beklemediğiniz bir anda, daha az üzülürsünüz. Çünkü ilk durumda o sevdiğiniz insanla geçireceğiniz 30-40 yılı kaybettiniz, ama şimdiyse o sevdiğiniz insanla geçireceğiniz 3,4 ayı...


Dediğim gibi, 7 ay sonra ölücekmiş gibi yaşamak hayatınızı daha verimli ve zevk alarak yaşamınızı sağlar; diğer bir artı olarak da yaşanması mümkün üzüntüleri daha etkisiz kılar.


Hadi sevdicekle kalın..

13 Şubat 2011 Pazar

İnsan Yaşamı Üzerine vol.1

     'İnsan Yaşamı Üzerine' diye başlık atınca ciddi bir şeyler yazıcakmış gibi oldu ama aslında insan yaşamının üzerine kusan bir yazı olacak. Hatta canım sıkılmazsa bunu periyodik olarak devam ettiricem.

     İnsanların yaşama nasıl baktığına biraz bakalım bi. Genel olarak hepimiz ileriye dönük planların, gelecekte vaad edilen hazların peşinde koşuyoruz. Sonra bazı kesimler tutup 'Dead Poets Society' i izleyip 'Abi carpe diem' diyor. Etrafınızda bu insandan bulunuyorsa onun o filmi izlediği andan itibaren 6 günlük bir süreciniz, böyle kafanızın etini yemesiyle geçiyor. O kadarla kalsa iyi, bir de bu insanlar ne zaman hayatlarında bir planlarını suya düşse ne zaman bir şeylere boşuna heyecanlanıp hazırlandıklarını anlasalar, hemen ''Carpe Diem Abi'' demeye tekrar başlıyorlar.
     Peki bu, bu insanların suçu mu? Tabii ki hayır, tamamen bizim elimizdeki bilgi yetersizliğinin sonucu..Şimdilik John Keating'in öğrencileriyle mıncıklaşmasını kesmeden o filmden ayrılalım ve daha ciddi bir şekilde konuşalım şu problem hakkında...

     Dediğimiz gibi insanların hayatlarına abuk sabuk planlar yaparak devam etmesi, örneğin kariyer planlaması modunda eş seçmesi; anlık gaza gelip, carpe diem modunda takılması tamamen elimizdeki birebir bize uyan istatistiksel bilginin eksikliğinden ötürü. Halbuki, biz doğunca biri anamıza babamıza her 7 saatte bir Umutcan ölüyor dese, biz de hep 7 saat hayatımız kaldığını düşünüp ona göre kısa planlarla anlık yaşasak, sonra da '' hobareyy gene ölmedik '' diyip hayatımıza bi 7 saat daha devam etsek? Bence çok güzel olurdu..

Tabii ki aynen şu cümleyi kurabilirsiniz, ''her 1,3 saniyede bir insan hayatını kaybediyor; ne bok yiyecen bu istatistiğe bakıp sevgili Umutcan?'' Zaten ben istatistiksel bilgi yok demedim, benim işime gelmiyor o bilgiler dedim. Ee işimize gelmiyor diye bu güzel, 7 saatlik kullan-at yaşam biçimini hayata geçirmeyelim mi? İşte orada karşınızda beni bulucaksınız, güzel önerilerimle.

     Madem elimizde bi frekans yok -ki bu daha iyi- biz bir frekans belirleyelim. Bence 7 ay gayet güzel bir hayat uzunluğu. Neden 7 derseniz, 7'yi çok severim. Gün de çok kısa olucaktı o yüzden ay yaptım.
Arkadaşlar, bundan sonra hepiniz tam 7 ay sonra ölücekmiş gibi yaşayın, çok mutlu olucaksınız.

     Bu yazıdan ne sonuç çıkarmalıyız peki? Ne zaman ölüceğini bilmediğin uzun bir yaşam(ki kısa olamayacağını nereden çıkardın?) asla kısa sürede ölmeyi bekleyip ölmediğin(ölmeyeceğini de çıkaramazsın tabii) bir yaşamdan daha iyi olamaz !!

     Bu da böyle bir saçmalamamdı, annemle alışverişteyken geldi aklıma ve yazmazsam önce anneme sonra kendi özüme hakaret gibi olurdu.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Evet Bu Bir Devrim!

Yoo, Tunus'taki ve Mısır'daki olaylardan bahsedecek değilim, inanın bu bence daha büyük bir devrim.

Şu reklamı öncelikle izleyiniz, ben zırvalamaya öyle devam edeyim.


Mutlaka bundan önce başka örnekleri olmuştur da ben görmemiş ve duymamışımdır. Zira bu reklam da çok da kısa olmayan bir zamandan beri oynayan ve aslında üzerinde konuşulmuş bir reklammış. Tabi ben bu güzel reklamdan şans eseri haberdar oldum.

Bu reklamın benim için önemi, gördüğüm ilk ve tek erkek cinselliğini bariz bir şekilde kullanan reklam olması, daha açık söylemek gerekirse kadın izleyicilere doğrudan çekici erkek vücutlarıyla hitap etmesi. Halbuki bu güne kadar benim için hep; traş olduğumda yanağımı öpen güzel kadınlar, dondurma aldığımda güzel dudakların ısırdığı çikolata kaplı dondurmalar, çikolata aromalı parfüm kullandığımda beni yalayan çıtırlar olmuştu. Kadın vücudu ve çekiciliği, bazen ufak bazen ileri cinsel çağırışımlarla hep bana doğrultulmuştu ve dolayısıyla daha geniş kitlelere..

Sürekli kadın vücutları tarafından uyarılan erkekler vardı, zaten bu yazıyı yazıyım dememe bu reklam üzerine bugün çok sevdiğim bir arkadaşımla yaptığımız tespit sebep oldu. O da şöyle ki; oturduk, düşündük ve korkarak gerçeği fark ettik. Lezbiyen pornosu izleyen erkek arkadaşlarımız( evet, bir arkadaşım ;) ) vardı; ama gay pornosu izleyen kadın tanımıyorduk !

Bahsettiklerim kadınların medyada en masum kullanım alanı.. Aldatan Kadınlar Anlatıyor köşeleri var oldukça ya da sağlık haberlerinde dahi kadın vücudu ön plana çıkarıldıkça ya da arka sayfaları güzel vücutlu kadınlar süsledikçe; medyada reklam aracı olmak, çok masum kalıcak !

Sürekli reklamlar aracılığıyla bilinçaltına ''kullan;öpsünler, yalasınlar'' beklentileri kazınan erkekler bunları dert etmeden yaşamaya nasıl devam edebiliyorlar?
Neden erkek cinselliği değil de kadın cinselliği bunca yıl kullanıldı? Neden bu çikolatanın reklamında erkek vücutları görünce şaşırdık da kadın vücutları görmemiz bizi şaşırtan bir şey asla olmadı?
Gay ilişkilerin toplumda lezbiyen kesime göre daha zor kabul görmesinin bununla ilgisi olabilir mi?
Bundan sonra bu reklamların arkası gelicek mi? Gelmesi midir olması gereken?

Son sorunun cevabını vereyim, öncekileri siz de düşünebilirsiniz. Kadınların da hedef alınması istediğimiz bir şey değil. Kadın cinselliği alet ediliyordu, artık erkek cinselliği de alet edildi. Ee, her şey daha mı güzel? Bırakın arkadaşım insanların bilinçaltındaki cinsellikleri yönlendirmeyi..

2 Şubat 2011 Çarşamba


Saat kendi kafasına göre ilerlerken –genel kurallara rest çekercesine- siyahtan bolca payını almış bir Marmara gecesinde kendimi dinliyorum..

Yoldan geçen arabalar bir yerlere varma çabasında..

Benimse gidecek bir yerim yok, buradayım, burada olmak istiyorum aslında sonsuza dek..

Ne zaman uzaklaşsam bu deniz kokusundan, elime yüzüme bulaştırıyorum hayatı…

Ummadığım darbeler alıp olgunlaşarak küçülüyorum kendi gözümde..

Tıpta bir teşhis koyamadılar bu halime ama ben bazen hipokondriyak olduğumdan şüpheleniyorum, sonra bunu şizofreniye bağlıyorum falan, iyice içinden çıkılmaz hal alıyor her şey.

Oysa o kadar basit ki, sadece saçmalık bu..

Yıllardır duygularımın üzerine yüklediğim bu kasvetin hiçbir mantıklı açıklaması yok.

Bazen diyorum; keşke henüz bebekken yok olabilseydim, işte o zaman beyaz kanatlarımla dünyayı izleme şansım olurdu gökyüzünden..

Bembeyaz, sapasağlam kanatlar ve yıldızların aydınlığı..

Özendiğim kelebekler kadar hür yaşayabilirdim, hem de hiç yara almadan..

Olmadı işte..

Şimdi buradayım ben ve kendimi parçalamak pahasına yürüyorum ayaklarımı kanatan yollarda..

Şehirlerarası duraklarda aşındırıyorum gülümseyişlerimi, gözlerimin rengi soluyor yavaş yavaş..

Gitme vaktim gelsin istemiyorum hiç..

kendi şizofreni oyunumda başrol olmaktan sıkıldım ben..

Ölesim var işte,

Birkaç intihar lazım şimdi bana..


zek* ikişubatikibinonbir sıfırsıfıronüç.

1 Şubat 2011 Salı

Evrim'e İnanılır Mı Hiç?

     Bu yazıyı yazmama bir gazetede okuduğum şu cümle sebep oldu:  ‘ Evrim teorisine inanmıyorum ’ demek kabul edilemez.  Zihnim bana birden lisedeki biyoloji öğretmenimi hatırlattı ve sınıfa kavratmaya çalıştığı farkı. Ben onun ağzından anlatmayacağım, kendi anladıklarımı size aktaracağım.

     Evrim teorisi, dinler, suyun kaynama sıcaklığı …  bunların hepsi bilgi ise bilginin genel olarak incelendiği Felsefe biliminden başlayarak bakalım biraz. Lise’de bir sayısal öğrencisi olarak bana zorla öğretildiğinden olsa gerek gasp ettiğim Felsefe derslerinin ilk ünitesini, hep bilgi türleri olmuştur. Bunlardan en çok çarpıştırılmaya çalışılan ikisine değinelim: bilimsel bilgi, dini bilgi. Bu bilgilerin elde edilme yöntemlerini de belirtelim. Bilimsel bilgiye deney, gözlem gibi yöntemler aracılığıyla ulaşılıyor ki bunun sebebi de bu bilginin insanın maddesel bütünlüğünü sürdürdüğü maddeler dünyasının ürünü olması. Dolayısıyla deney ve gözlemlerde elde ettiğimiz sonuçlar bu bilgilerin doğruluğu ve yanlışlığı hakkında belirleyici oluyor. Dini bilgimiz ise bilgiye ulaşmada inanç yöntemini benimseyerek birey etrafında onun ruhani dünyasını oluşturuyor.. Bu yüzden bir dinin yanlış olduğunu iddia etmek yanlışlığın ta kendisidir, zira o dine inanılması doğruluğu için yeterlidir. Bugün birisi çıkıp benim tanrı olduğuma inanırsa, evet doğrudur.

     Bunlardan neden bahsettim? Bir dinin yanlışlığının iddia edilemeyeceği, elbet inançlı kesimler toplumun daha büyük bir yüzdesi olduğundan daha sevecenlikle karşılanacaktır; lakin unutulmamalıdır ki madalyonun öteki yüzünde evrimin inanılacak bir şey olmadığı yatıyor. Bu kısmı öğretmenimin cümlesiyle bitiriyorum: ‘‘ Sizler evrime inanmıyorum diyemezsiniz! Ancak evrimi bilmiyor olabilirsiniz, onun üzerinde inançsal bir değerlendirmede bulunamazsınız! ’’
     İnsanın maddesel ve ruhani dünyaları olduğunu, birine günlük hayatın tecrübeleriyle ötekine de sadece inanarak ulaşabildiğini idrak ettik. Peki bu iki dünya arasındaki ilişkiler ne zaman çatallaşmaya başlıyor. Aslında cevabı basit, ortak öğe olan insanda..  İnsanın biri ekstrem örneğimdeki gibi benim tanrı olduğuma inansa çok problem değil, zira sadece bir insandan bahsediyoruz ve yanında bu duruma inanmayan insanlardan. Açılımı apayrı bi uzunluk olan insandaki inanma ihtiyacından dolayı, genelde bu inançlar örneğimdekinin aksine kabul görme eğilimindedir. Bir güce tapınmayan ve kutsal anlamlar yüklemeyen toplum olmamıştır tarihte. Bu inancın geniş kabulünden sonra bireyler çevresinde kendisi gibi inanan insanlarla ortak ruhani dünyayı paylaşmaya başlamıştır, devamındaysa zaten ortak maddesel dünyayı paylaştığını görmek zaman almamıştır. Sonuç mu, insanlar bu iki dünyayı birbirine yamamakta gecikmemiştir. İşte bu noktadan sonra inançlar, maddesel dünya üzerinde örtüştürülmeye ( çoğunlukla bu şekilde değiştirilmeye ); maddesel dünya üzerindeki kararlar da daha uzun vadeye yatırım gibi gözüken ruhani dünyadan baz alınarak verilmeye başlamıştır.

     Bir diğer sıkıntı da inanan insanların, dinlerinin doğruluğunu ispatlamak için yaşadığımız dünyadaki bilimsel bilgilerle örtüşen ilahi bilgileri kullanmasıdır. Halbuki ne demiştik, buna gerek yok. Sen inanıyorsan doğrudur arkadaşım, tutup bana tekrar tekrar 'Burası da böyle, şurası şöyle' deme canım benim. Neden ciddiye almıyorum; insanların maddesellikleriyle ruhani boşluklarını biraraya getirmelerinin boş bir uğraşı olmasından, biraz da ilahi bilgilerin zaten mevcut dünyamız baz alınarak düzenlenmiş olabileceği gerçeğinden ötürü.

     İşte artık şimdi belirticeğim sorun daha net anlaşılabilir. Bir bilim adamı çıkıp evrimin bilimsel gerçekliği üzerinde konuşup maddesel dünyanın bir işleme sistemi olduğundan bahsettiği anda kendini büyük bir sıkıntı içinde buluyor. Dahiyane insanlık yıllar öncesinde maddesel ve ruhani dünyasını birbirine yamadığından; değil evrim, herhangi bir bilimsel bilgi dahi bu dinler ile çelişmeye başlıyor.

     Bu noktada bilim insanlarına düşen dik duruşlarını korumaktır. Özellikle Türkiye gibi henüz bunu kaldıramayacak ülkelerdeki ''din ile o kadar çelişmiyor vurgusu, makyajı'' sonra derece yanlıştır; keza çıkıp İslam’ı baştan başa çökertiyor, yanlışlığını ispat ediyor demenin olduğu gibi. Bilim insanının üzerine düşen dini çelişkilere en ufak yorum dahi getirmeden bahsetmesi gerekenlerden bahsetmek olmalıdır. Israrlı şekilde gelen Adem-Havva, değişmeyen tür vs sorularına vermesi gereken yanıt kendisini ilgilendirmediğidir.
Üzücüdür ki bu çatışmada en büyük yük din adamlarının değil bilim insanlarının üzerinde kalıyor, hani o kalmaması gereken yük.  Çözüm bu yükü nasıl rahat taşırımda değil; bu yükü taşımanın gereksizliğinden bahsetmekte.