beautiful love -- sophie milman

24 Mart 2011 Perşembe

Bugün 24 Mart

ve haliyle yepyeni bir gün. Saat 6'nın ayazında AŞTİ'ye ulaşmanın hazzı bir yana, odaya geldiğimde kapının kitli ve anahtarın kilitte unutulmasından ötürü ikinci orgazmı da yaşadım.

Bilgisayarı açtım, maillerime baktım. Kapatmadan bir de bloguma bakayım açılmış mı derken arkaplanda en son koyduğum(ne zaman olduğunu bile hatırlamıyorum) parça çalmaya başladı.

Şimdi taşlamam geliyor, bre insanlar, hep deyip duruyorsunuz ki bir şeye yasak konursa daha çekici olurmuş da ilgi artar, kullanıcısı heveslenirmiş. Hayır efendim, bugün Blogger'a uygulanan yasak kalktı ama bak bakayım hiç yazı yazasım var mı? Zaten kapalıyken de aklıma gelmiyordu pek..

Keşke tüm interneti bana iki günlüğüne yasaklasalar da artık Ekşisözlük ve Hotmail'e(evet, Gmail'e bir türlü alışamadım) de girmesem...

22 Şubat 2011 Salı

Srpski -- Kişiye Göre Değişir Mi

     Sırbistan’a gitmenin heyecanını yaşadığım şu günlerde '' Srpski'yi izlemeden Sırbistan’a gitme '' diyen insanın lafı üzerine daldım torrent alemlerine. Filmle ile ilgili vereceğim her bilgiyi zaten bulursunuz, tabii bana düşündürdükleri hariç. Merak etmeyin, spoiler vermeyeceğim.

     
     Filmin genel olarak döndüğü noktadan sıyrılıp bu bahsedeceklerimi hayatın her noktasında varsayabilirsiniz.  
Filmi izlerken bir arkadaşımla konuştuklarım aklıma geldi, bana demişti ki bir sorumun üstüne: ''Kişisine göre değişir, kimi yapar kimi yapmaz'' . Şimdi bahsedeceklerim o gün o arkadaşıma verdiğim cevapla paralel ve film sayesinde tekrar hatırladığım bir şey.
     
     Doğrudan örneklerle başlayayım, YERİ YALAYIN ! Çoğunuz bunu aklına getirse bile yapmaz. GÖZÜNÜZÜ KAPATIP BİR SANİYE BEKLEYİN VE AÇIN GÖZLERİNİZİ! Bana gareziniz olmadığı sürece hemen de yaparsınız. Daha karışık bir örnek verelim mi? Beni ilk gördüğünüz yerde yanağımdan öpün! İşte burada kişiye göre değişir diyebilirsiniz, tabi burada kastettiğimiz kişi eylemi yapacak olan. Siz diyorsunuz ki; bazı insanlar öper, bazıları öpmez. Peki fark ne? İnsandan insana değişen durum; büyüme şekillerindeki, geçmiş deneyimlerindeki, o anki ruh hallerindeki, benimle olan arkadaşlıklarındaki ve bunun yanına ekleyemediğim yığınla şeydeki farklılıklar. Soruyu sorayım mı? İnsandan insana farklar olduğundan birilerinin beni yanağımdan öperken birilerinin öpmeyeceği noktası normal de, tek bir insanın geçireceği farklılıklardan sonra beni artık öpmeyi veya öpmemeyi tercih etmesi abes mi? Hayır.
     
     Zırvalamaları bırakarak özete gelelim, ‘kişisine göre değişir’ cevabı bana şunu öğretti: Yapılmayacak şey yoktur.
     
     Bir duruma bakarken iki değer onun yapılabilirliğini belirler: Ondan elde edeceğiniz haz, fayda ve bunun karşısında harcayacağınız enerji ile o eyleme karşı duyduğunuz antipati. Bunların büyüklükleri arasında yapacağınız tahminler yapıp yapmayacağınız kararını belirler. Elde edeceğiniz haz, fayda eylemden eyleme değişirken aynı eylemde onun zevklerinden haberdar olmamanıza göre az tahmin edilip yanlış hesaplanabilir. Biz haz ve faydaya A diyelim. Antipati noktasına gelir isek, bu genelde olayın size maliyeti ve çevre tarafından ya da bizzat kendiniz edindiğiniz; o olayın ayıp, kötü, iğrenç olduğuna dair izlenimlerdir. Buna da B diyelim. Aşikardır ki, A değeri B’den büyük olmadıkça siz o eylemi gerçekleştirmezsiniz.
     Şimdi en olmaz, asla yapılamaz dediklerinize bakalım. Bunlar genelde B’nin  A’dan çok büyük olduğu eylemlerdir. O kadar büyüktür ki size insanlık dışı diye nitelemekten başka çare bırakmaz. Peki öyle mi? Sen, sevgili arkadaşım; B, A’dan o kadar büyük olmadığında ‘canım istemiyor’ , ‘yoklukta gideri var’ , ‘vaktim olursa’  diyor ya da ilk alkol aldığında yapıveriyorsun. Neymiş canım benim, yazının başında dediğime gelecek olursak, bu B ve A değerleri değişkenmiş. Bir gün o eyleme tekrar göz attığında B’yi o kadar düşük bulursun ki; alacağın haz o kadar büyümüştür ki gözünde artık, A senin için gökdelen gibidir; insan olan yapmaz diyeceğin şeyleri yaparsın.
     
     Yeri yalamam demeyin,  yalarsınız. Neyse Srpski işte bana bunları tekrar düşündürdü, gözüme sokmak istediği bu değildi belki..
     
     Sırbistan demişken, Münazara Topluluğu’ndan bir arkadaşımla çok feci bir şekilde gaza gelmiş durumdayız. Sırbistan’a kadar turnuvaya gitmişken Hırvatistan, Bosna, Karadağ, Arnavutluk’u da görelim diyip 6 Mart’a dönüş aldık. Yarın akşamdan itibaren uzun bir ara vereceğim bloga. Zaten yığınlar pür dikkat bizi takip ediyordu, siz okuyanları üzmek en çok beni üzdü inanın ki…

18 Şubat 2011 Cuma

İnsan Yaşamı Üzerine vol.2

İlk yazıya kamuoyundan gelen tepkiler üzerine birkaç serpiştirme yapayım dedim.


Çizdiğimiz ideal yaşam algılayışında 7 aylık ömrü olduğunu düşünen ve planlarını ona göre düzenleyen insanlar vardı. Peki bu, insanlara nasıl faydalar getirmişti:


1) Vakitleri dar olduğundan uzun planlar yapamıyorlar ve zaten gerçekleşmeme olasılığı yüksek olan uzun planları da başarısız olmuyor haliyle. Artık daha mutlular...


2) 7 ay sonunda ölmediklerinde yeni bir yaşama kavuşmuş gibi seviniyorlar. Bakınız, 7 ay sonunda ölmezseniz size verilen şeye yepyeni bi 7 ay gibi bakmazsanız, yepyeni bir yaşam gibi bakarsınız. Sonuçta tartışmayacağımız üzere zaman kavramları görelidir ve 7 aylık süreyi hayata denk tutmak, onu sizin için vazgeçilemez kılar.


3) Artık hayatları 7 ay olduğu için bu adamların vakti çok daha değerli, artık daha az tembeller.


4) Son olarak da bu adamlar yakınlarının kaybına daha az üzülüyorlar. Şöyle ki, siz çok sevdiğiniz bir insanın ortalama 70ine kadar yaşamasını beklerken pat diye kaybetseniz, büyük bir yıkım yaşarsınız. Halbuki o adam 7 ay (hatta onun da ortalarındaysa o sırada 2,3 ay) sonra ölecekken pat diye giderse eğer beklemediğiniz bir anda, daha az üzülürsünüz. Çünkü ilk durumda o sevdiğiniz insanla geçireceğiniz 30-40 yılı kaybettiniz, ama şimdiyse o sevdiğiniz insanla geçireceğiniz 3,4 ayı...


Dediğim gibi, 7 ay sonra ölücekmiş gibi yaşamak hayatınızı daha verimli ve zevk alarak yaşamınızı sağlar; diğer bir artı olarak da yaşanması mümkün üzüntüleri daha etkisiz kılar.


Hadi sevdicekle kalın..

13 Şubat 2011 Pazar

İnsan Yaşamı Üzerine vol.1

     'İnsan Yaşamı Üzerine' diye başlık atınca ciddi bir şeyler yazıcakmış gibi oldu ama aslında insan yaşamının üzerine kusan bir yazı olacak. Hatta canım sıkılmazsa bunu periyodik olarak devam ettiricem.

     İnsanların yaşama nasıl baktığına biraz bakalım bi. Genel olarak hepimiz ileriye dönük planların, gelecekte vaad edilen hazların peşinde koşuyoruz. Sonra bazı kesimler tutup 'Dead Poets Society' i izleyip 'Abi carpe diem' diyor. Etrafınızda bu insandan bulunuyorsa onun o filmi izlediği andan itibaren 6 günlük bir süreciniz, böyle kafanızın etini yemesiyle geçiyor. O kadarla kalsa iyi, bir de bu insanlar ne zaman hayatlarında bir planlarını suya düşse ne zaman bir şeylere boşuna heyecanlanıp hazırlandıklarını anlasalar, hemen ''Carpe Diem Abi'' demeye tekrar başlıyorlar.
     Peki bu, bu insanların suçu mu? Tabii ki hayır, tamamen bizim elimizdeki bilgi yetersizliğinin sonucu..Şimdilik John Keating'in öğrencileriyle mıncıklaşmasını kesmeden o filmden ayrılalım ve daha ciddi bir şekilde konuşalım şu problem hakkında...

     Dediğimiz gibi insanların hayatlarına abuk sabuk planlar yaparak devam etmesi, örneğin kariyer planlaması modunda eş seçmesi; anlık gaza gelip, carpe diem modunda takılması tamamen elimizdeki birebir bize uyan istatistiksel bilginin eksikliğinden ötürü. Halbuki, biz doğunca biri anamıza babamıza her 7 saatte bir Umutcan ölüyor dese, biz de hep 7 saat hayatımız kaldığını düşünüp ona göre kısa planlarla anlık yaşasak, sonra da '' hobareyy gene ölmedik '' diyip hayatımıza bi 7 saat daha devam etsek? Bence çok güzel olurdu..

Tabii ki aynen şu cümleyi kurabilirsiniz, ''her 1,3 saniyede bir insan hayatını kaybediyor; ne bok yiyecen bu istatistiğe bakıp sevgili Umutcan?'' Zaten ben istatistiksel bilgi yok demedim, benim işime gelmiyor o bilgiler dedim. Ee işimize gelmiyor diye bu güzel, 7 saatlik kullan-at yaşam biçimini hayata geçirmeyelim mi? İşte orada karşınızda beni bulucaksınız, güzel önerilerimle.

     Madem elimizde bi frekans yok -ki bu daha iyi- biz bir frekans belirleyelim. Bence 7 ay gayet güzel bir hayat uzunluğu. Neden 7 derseniz, 7'yi çok severim. Gün de çok kısa olucaktı o yüzden ay yaptım.
Arkadaşlar, bundan sonra hepiniz tam 7 ay sonra ölücekmiş gibi yaşayın, çok mutlu olucaksınız.

     Bu yazıdan ne sonuç çıkarmalıyız peki? Ne zaman ölüceğini bilmediğin uzun bir yaşam(ki kısa olamayacağını nereden çıkardın?) asla kısa sürede ölmeyi bekleyip ölmediğin(ölmeyeceğini de çıkaramazsın tabii) bir yaşamdan daha iyi olamaz !!

     Bu da böyle bir saçmalamamdı, annemle alışverişteyken geldi aklıma ve yazmazsam önce anneme sonra kendi özüme hakaret gibi olurdu.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Evet Bu Bir Devrim!

Yoo, Tunus'taki ve Mısır'daki olaylardan bahsedecek değilim, inanın bu bence daha büyük bir devrim.

Şu reklamı öncelikle izleyiniz, ben zırvalamaya öyle devam edeyim.


Mutlaka bundan önce başka örnekleri olmuştur da ben görmemiş ve duymamışımdır. Zira bu reklam da çok da kısa olmayan bir zamandan beri oynayan ve aslında üzerinde konuşulmuş bir reklammış. Tabi ben bu güzel reklamdan şans eseri haberdar oldum.

Bu reklamın benim için önemi, gördüğüm ilk ve tek erkek cinselliğini bariz bir şekilde kullanan reklam olması, daha açık söylemek gerekirse kadın izleyicilere doğrudan çekici erkek vücutlarıyla hitap etmesi. Halbuki bu güne kadar benim için hep; traş olduğumda yanağımı öpen güzel kadınlar, dondurma aldığımda güzel dudakların ısırdığı çikolata kaplı dondurmalar, çikolata aromalı parfüm kullandığımda beni yalayan çıtırlar olmuştu. Kadın vücudu ve çekiciliği, bazen ufak bazen ileri cinsel çağırışımlarla hep bana doğrultulmuştu ve dolayısıyla daha geniş kitlelere..

Sürekli kadın vücutları tarafından uyarılan erkekler vardı, zaten bu yazıyı yazıyım dememe bu reklam üzerine bugün çok sevdiğim bir arkadaşımla yaptığımız tespit sebep oldu. O da şöyle ki; oturduk, düşündük ve korkarak gerçeği fark ettik. Lezbiyen pornosu izleyen erkek arkadaşlarımız( evet, bir arkadaşım ;) ) vardı; ama gay pornosu izleyen kadın tanımıyorduk !

Bahsettiklerim kadınların medyada en masum kullanım alanı.. Aldatan Kadınlar Anlatıyor köşeleri var oldukça ya da sağlık haberlerinde dahi kadın vücudu ön plana çıkarıldıkça ya da arka sayfaları güzel vücutlu kadınlar süsledikçe; medyada reklam aracı olmak, çok masum kalıcak !

Sürekli reklamlar aracılığıyla bilinçaltına ''kullan;öpsünler, yalasınlar'' beklentileri kazınan erkekler bunları dert etmeden yaşamaya nasıl devam edebiliyorlar?
Neden erkek cinselliği değil de kadın cinselliği bunca yıl kullanıldı? Neden bu çikolatanın reklamında erkek vücutları görünce şaşırdık da kadın vücutları görmemiz bizi şaşırtan bir şey asla olmadı?
Gay ilişkilerin toplumda lezbiyen kesime göre daha zor kabul görmesinin bununla ilgisi olabilir mi?
Bundan sonra bu reklamların arkası gelicek mi? Gelmesi midir olması gereken?

Son sorunun cevabını vereyim, öncekileri siz de düşünebilirsiniz. Kadınların da hedef alınması istediğimiz bir şey değil. Kadın cinselliği alet ediliyordu, artık erkek cinselliği de alet edildi. Ee, her şey daha mı güzel? Bırakın arkadaşım insanların bilinçaltındaki cinsellikleri yönlendirmeyi..

2 Şubat 2011 Çarşamba


Saat kendi kafasına göre ilerlerken –genel kurallara rest çekercesine- siyahtan bolca payını almış bir Marmara gecesinde kendimi dinliyorum..

Yoldan geçen arabalar bir yerlere varma çabasında..

Benimse gidecek bir yerim yok, buradayım, burada olmak istiyorum aslında sonsuza dek..

Ne zaman uzaklaşsam bu deniz kokusundan, elime yüzüme bulaştırıyorum hayatı…

Ummadığım darbeler alıp olgunlaşarak küçülüyorum kendi gözümde..

Tıpta bir teşhis koyamadılar bu halime ama ben bazen hipokondriyak olduğumdan şüpheleniyorum, sonra bunu şizofreniye bağlıyorum falan, iyice içinden çıkılmaz hal alıyor her şey.

Oysa o kadar basit ki, sadece saçmalık bu..

Yıllardır duygularımın üzerine yüklediğim bu kasvetin hiçbir mantıklı açıklaması yok.

Bazen diyorum; keşke henüz bebekken yok olabilseydim, işte o zaman beyaz kanatlarımla dünyayı izleme şansım olurdu gökyüzünden..

Bembeyaz, sapasağlam kanatlar ve yıldızların aydınlığı..

Özendiğim kelebekler kadar hür yaşayabilirdim, hem de hiç yara almadan..

Olmadı işte..

Şimdi buradayım ben ve kendimi parçalamak pahasına yürüyorum ayaklarımı kanatan yollarda..

Şehirlerarası duraklarda aşındırıyorum gülümseyişlerimi, gözlerimin rengi soluyor yavaş yavaş..

Gitme vaktim gelsin istemiyorum hiç..

kendi şizofreni oyunumda başrol olmaktan sıkıldım ben..

Ölesim var işte,

Birkaç intihar lazım şimdi bana..


zek* ikişubatikibinonbir sıfırsıfıronüç.

1 Şubat 2011 Salı

Evrim'e İnanılır Mı Hiç?

     Bu yazıyı yazmama bir gazetede okuduğum şu cümle sebep oldu:  ‘ Evrim teorisine inanmıyorum ’ demek kabul edilemez.  Zihnim bana birden lisedeki biyoloji öğretmenimi hatırlattı ve sınıfa kavratmaya çalıştığı farkı. Ben onun ağzından anlatmayacağım, kendi anladıklarımı size aktaracağım.

     Evrim teorisi, dinler, suyun kaynama sıcaklığı …  bunların hepsi bilgi ise bilginin genel olarak incelendiği Felsefe biliminden başlayarak bakalım biraz. Lise’de bir sayısal öğrencisi olarak bana zorla öğretildiğinden olsa gerek gasp ettiğim Felsefe derslerinin ilk ünitesini, hep bilgi türleri olmuştur. Bunlardan en çok çarpıştırılmaya çalışılan ikisine değinelim: bilimsel bilgi, dini bilgi. Bu bilgilerin elde edilme yöntemlerini de belirtelim. Bilimsel bilgiye deney, gözlem gibi yöntemler aracılığıyla ulaşılıyor ki bunun sebebi de bu bilginin insanın maddesel bütünlüğünü sürdürdüğü maddeler dünyasının ürünü olması. Dolayısıyla deney ve gözlemlerde elde ettiğimiz sonuçlar bu bilgilerin doğruluğu ve yanlışlığı hakkında belirleyici oluyor. Dini bilgimiz ise bilgiye ulaşmada inanç yöntemini benimseyerek birey etrafında onun ruhani dünyasını oluşturuyor.. Bu yüzden bir dinin yanlış olduğunu iddia etmek yanlışlığın ta kendisidir, zira o dine inanılması doğruluğu için yeterlidir. Bugün birisi çıkıp benim tanrı olduğuma inanırsa, evet doğrudur.

     Bunlardan neden bahsettim? Bir dinin yanlışlığının iddia edilemeyeceği, elbet inançlı kesimler toplumun daha büyük bir yüzdesi olduğundan daha sevecenlikle karşılanacaktır; lakin unutulmamalıdır ki madalyonun öteki yüzünde evrimin inanılacak bir şey olmadığı yatıyor. Bu kısmı öğretmenimin cümlesiyle bitiriyorum: ‘‘ Sizler evrime inanmıyorum diyemezsiniz! Ancak evrimi bilmiyor olabilirsiniz, onun üzerinde inançsal bir değerlendirmede bulunamazsınız! ’’
     İnsanın maddesel ve ruhani dünyaları olduğunu, birine günlük hayatın tecrübeleriyle ötekine de sadece inanarak ulaşabildiğini idrak ettik. Peki bu iki dünya arasındaki ilişkiler ne zaman çatallaşmaya başlıyor. Aslında cevabı basit, ortak öğe olan insanda..  İnsanın biri ekstrem örneğimdeki gibi benim tanrı olduğuma inansa çok problem değil, zira sadece bir insandan bahsediyoruz ve yanında bu duruma inanmayan insanlardan. Açılımı apayrı bi uzunluk olan insandaki inanma ihtiyacından dolayı, genelde bu inançlar örneğimdekinin aksine kabul görme eğilimindedir. Bir güce tapınmayan ve kutsal anlamlar yüklemeyen toplum olmamıştır tarihte. Bu inancın geniş kabulünden sonra bireyler çevresinde kendisi gibi inanan insanlarla ortak ruhani dünyayı paylaşmaya başlamıştır, devamındaysa zaten ortak maddesel dünyayı paylaştığını görmek zaman almamıştır. Sonuç mu, insanlar bu iki dünyayı birbirine yamamakta gecikmemiştir. İşte bu noktadan sonra inançlar, maddesel dünya üzerinde örtüştürülmeye ( çoğunlukla bu şekilde değiştirilmeye ); maddesel dünya üzerindeki kararlar da daha uzun vadeye yatırım gibi gözüken ruhani dünyadan baz alınarak verilmeye başlamıştır.

     Bir diğer sıkıntı da inanan insanların, dinlerinin doğruluğunu ispatlamak için yaşadığımız dünyadaki bilimsel bilgilerle örtüşen ilahi bilgileri kullanmasıdır. Halbuki ne demiştik, buna gerek yok. Sen inanıyorsan doğrudur arkadaşım, tutup bana tekrar tekrar 'Burası da böyle, şurası şöyle' deme canım benim. Neden ciddiye almıyorum; insanların maddesellikleriyle ruhani boşluklarını biraraya getirmelerinin boş bir uğraşı olmasından, biraz da ilahi bilgilerin zaten mevcut dünyamız baz alınarak düzenlenmiş olabileceği gerçeğinden ötürü.

     İşte artık şimdi belirticeğim sorun daha net anlaşılabilir. Bir bilim adamı çıkıp evrimin bilimsel gerçekliği üzerinde konuşup maddesel dünyanın bir işleme sistemi olduğundan bahsettiği anda kendini büyük bir sıkıntı içinde buluyor. Dahiyane insanlık yıllar öncesinde maddesel ve ruhani dünyasını birbirine yamadığından; değil evrim, herhangi bir bilimsel bilgi dahi bu dinler ile çelişmeye başlıyor.

     Bu noktada bilim insanlarına düşen dik duruşlarını korumaktır. Özellikle Türkiye gibi henüz bunu kaldıramayacak ülkelerdeki ''din ile o kadar çelişmiyor vurgusu, makyajı'' sonra derece yanlıştır; keza çıkıp İslam’ı baştan başa çökertiyor, yanlışlığını ispat ediyor demenin olduğu gibi. Bilim insanının üzerine düşen dini çelişkilere en ufak yorum dahi getirmeden bahsetmesi gerekenlerden bahsetmek olmalıdır. Israrlı şekilde gelen Adem-Havva, değişmeyen tür vs sorularına vermesi gereken yanıt kendisini ilgilendirmediğidir.
Üzücüdür ki bu çatışmada en büyük yük din adamlarının değil bilim insanlarının üzerinde kalıyor, hani o kalmaması gereken yük.  Çözüm bu yükü nasıl rahat taşırımda değil; bu yükü taşımanın gereksizliğinden bahsetmekte.

şubat çaldı kapıyı!

            evet şuan 1 şubat. çok mutluyum ben. şubatı severim çünkü, sadece doğduğum ay olması sebebiyle değil ayrıca gün sayısıyla, 4 yılda bir farklılaşmasıyla da en ilginç bulduğum aydır kendisi.
          niğdenin enteresan havasıyla girdik şu güne. birkaç gün önce yağdı kar, oh ne güzel çıkcaz kar oynuycaz, yuvarlancaz diye sevinirken, gel gör ki hava şu anda güneşli, karlar eriyor, nispet yapıyor hava bize sanki. daha kar bile oynayamadım.
          ankarayı özledim ben. memleket olayı hikaye oldu benim için artık sanırım. ankarada daha mutluydum ben. burda mutsuzum demiyorum ama yapcak bişey yok, sıkıntılardayım.
          spartacus 2. sezonu izlemeye başlamıştım, çabuk mu sıkıldım nedir, dura dura izliyorum. 51 dakikalık dizi oldu benim için 2 saat. umarım biter. alias'ı da bitirdim, içimde bir boşluk oluştu. hüzünleniyorum. J.J. Abrams'a bir ricam olcak, umarım bikaç sezon daha çekersin bunu. biliyorum 2006da bitti ama olmaz olmaz dememek lazım. :-)
          günlük tadında oldu bu yazı da. günlük yazmaya başlayacaktım güya 2011de, bu isteğimi burda gidereyim olmazsa.
          şubat demişken, aklıma hep en sevdiğim grup olan caanım the killers'ın içinde şubat(february) geçen somebody told me şarkısı geliyor. onu da paylaşmamak olmaz şimdi. sözleri de ayrı bi konu. :-)

Breaking my back just to know your name / Seventeen tracks and I've had it with this game
I'm breaking my back just to know your name / But heaven ain't close in a place like this
Anything goes but don't blink you might miss / Cause heaven ain't close in a place like this
I said heaven ain't close in a place like this / Bring it back down, bring it back down tonight
Never thought I'd let a rumor ruin my moonlight

Well somebody told me / You had a boyfriend / Who looked like a girlfriend
That I had in February of last year / It's not confidential / I've got potential

Ready? Let's roll onto something new / Taking its toll and I'm leaving without you
'Cause heaven ain't close in a place like this / I said heaven ain't close in a place like this
Bring it back down, bring it back down tonight / Never thought I'd let a rumor ruin my moonlight

Well somebody told me / You had a boyfriend / Who looked like a girlfriend
That I had in February of last year / It's not confidential / I've got potential
A rushin', a rushin' around

Pace yourself for me / I said maybe baby please
But I just don't know now / When all I wanna do is try


Somebody told me / You had a boyfriend / Who looked like a girlfriend
That I had in February of last year / It's not confidential / I've got potential
A rushin', a rushin' around (x3)

30 Ocak 2011 Pazar

Önsöz Niyetine

     Biraz gecikmiş bir önsöz olduğu aşikar, gerekli bir önsöz mü peki: bilmiyorum; ama canım böyle istedi. Bir şeyler diyeyim de ileride gerekince 'ben dediydim' diyebileyim, keza bu blog zımbırtısını sevdim gibi, bir ilerisi olucak sanki.

     Abuk sabuk düşüncelere hepimiz dalarız, kimimiz bu düşünceleri etraflıca düşünmeyi, daha doğrusu o düşüncelere kendini kaptırmayı severken; kimimiz onları zihninden çabucak atmaya bakar.  Benim en büyük kişisel problemim bu iki gruba da dahil olabilmem. Bu saçma diye atfedilebilecek fikirlerde sörf yapmayı severken, onları zihnimden bir an önce atıp hayatıma dönmek için de kıvrandığım oluyor. 
     Genel kanının aksine, bu noktada ben size bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunabileceğini göstericem. Yazdığım, yazıcağım konular hakkında birşeyler okumuş muyumdur, belki evet.. Lakin büyük çoğunluğu sahip olduğum etraflıca bilginin yetersiz olduğu konular, ee peki şu soru gelmiyor mu sizin aklınıza: '' İyi de kardeşim, niye bunları bizim okuyabileceğimiz şekilde paylaşıyorsun? ''. Cevap şu 4 ( aslında 3 diye başladım; ama 4 oldu, iyi mi? ) maddeyi içeriyor;
     1) Yazdıklarımın hiçbir yaptırımı yok, beğenmiyorsan okumayabiliyorsun.
     2) Zaten saçma düşüncelere kapılıyorum; ama bunları insanlara sunacağımı bilmek bende az çok toparlanması gerektiği gibi bir izlenim uyandırıyor. Saçma saçma dağınık bırakmaktansa üzerinden bir kez daha geçip bir şeylere benzetiyorum.
     3) Şöyle bir düşüncem vardır, genel konular hakkında öznel fikirleri yansıtmak her birey için gereklidir. İnsanlar benim düşündüklerimden yola çıkarak ya da bu düşüncelerle kendi fikirleri arasında benzerlikler kurarak genele daha rahat ulaşabilirler.
     4) Size de şu mesajı vermek: Düşünün. Saçma gelmesi bir şey ifade etmez, çevrenizdeki dünya ile ilgili yapıcağınız her yorum bir zenginliktir.

     Ek olarak şunu da söyleyeyim, yazımın bir yerinde 'Aman ben bunu duyduydum, ay çalıntı gibi, ay şuna özenmiş' derseniz, bana ulaşın ve nereden çalıntı yaptığımı lütfen söyleyin. Zira en büyük hastalığım bazı şeyleri hatırlasam da nereden zihnime girdiğini hatırlayamamamdır. 
     Çalıntı noktasına da gelirsek, böyle bir tasam yok. Ben insanlığın binlerce yıllık kültür birikiminden sonuna kadar faydalanıyorum, zaten çoğunlukla yeni bir şeyler üretmek yerine varolanlar hakkında zırvalayıp onları tekrar ediyorum. Bu süreçte ister istemez, başkalarının sözleri kendi sözlerimmiş gibi ağzımdan çıkabilir -ki kesinlikle bilinçli yapılmış bir şey değil- benim de dert etmediğim üzere. Zira o sözler, benim sahibini bile hatırlayamayacağım bir konumda aklıma gelebiliyorsa zaten insanlığa(kültürel mirasa) mâl olmuştur.

     Bir diğer notka ise noktalama işaretleri. Bundan neden bahsediyorum ben de bilmiyorum. Dikkatimi çeken nokta şu ki, telefondaki kısa mesajlarımda tüm yazım kurallarına dikkat eden bir insan olarak, bu ritüelleri; formspring, facebook(eskiden diyeyim artık), MSN gibi diğer ortamlarda tamamen göz ardı ediyorum. Burada nedense tüm kurallara uyarak yazasım geldi, enteresan.

28 Ocak 2011 Cuma

Neden Üniversite Yaşamı?

Aslına bakarsanız bahsedeceğim konular sonda bu sorunun cevaplarından sadece birisini verecekti, yani bu soru üzerine yazmak yerine yazdıklarımı bu soruya çıkan yollardan birine bağlayacağım.

     19 yaşında, ( ne kadar süreceği belli olmayan ) üniversite hayatının başında bir gencim. Bu noktada bir yıl önceki halime mantıklı düşünebilecek şekilde dışarıdan, yanlış tespitler yapmayacak kadar da yakından bakabiliyorum. Bu durumda kendimin geçmişte az çok içinde bulunduğum ama farkına varamadığım sorunu, anca belli haklar elde edince kavrayabildim ya da daha net gördüm. Aslında demek istediğim bunca yıllık sürece aykırı bir şekilde, hak elde ediniminden sonra sorun tespiti yapabildim. Peki neydi bu sorun? Tabii ki gençliğin yetişkin devreye en büyük çelişmelerin, aile içi tartışmaların temelindeki görünmeyen nokta: Gençliğin kendi yaşamı üzerindeki söz hakkı. Bundan sonrasında bu sorun etrafında iki farklı profilden bahsedeceğim.

     Üniversite öncesi diye tabir edebileceğimiz hepimizin geçtiği hâlâ geçmekte olduğu evre, psikolojik yönlendirmelerin içinde kendini ve sorunlarını tanıyamıyor diyebilirim. Bu sorunlara başka isimler atfediyor, bunu yine kendi gibi insanlar içinde basit cümleler ile değerlendirip kendisine biçilen garip yaşam yönteminde kavrulup gidiyor. Peki bu yöntem ne? Birey olma süreci ve bunun için yol olarak gösterilen üniversiteye girdirilme zorunluluğu ( yan sanayisiyle birlikte günümüzün en büyük sektörünü oluşturmuştur bu zorunluluk, en azından bir gencin dünyasında ). İşte bu gençlere gösterilen örneklerde mesleği elinde olan, çoğunlukla akademik başarılarla bir noktaya geldiğine inandırılan insanlar kendi kararlarını alan, iplerini başkalarına salmayan, gençlerin o çağlarda en büyük heveslerinden olan kendi kararlarını verebilme yetisine sahip insancıklar gösteriliyor. Çizilen yol nedir? Çalış, başar, üniversiteyi bitir ve evet artık birey olacaksın, devlet senin karar verme yetini ailenden alıp sana verecek. Peki sen sorarsan ki okumazsam ne olur? Orada sevgili medyamız dizileriyle, haberleriyle 24 yaşında okumamış, işsiz insanları hâlâ anne-babalarına yük olarak gösterip kararlarındaki serbest olmama durumunun altını çiziyor. Bu insanlar okumak zorunda hissediyorlar.

     2. profilimizde ise yetişkin insanlara bakalım. Hani hepsinin ortak noktası kararlarını verebilme olan şu yığın. Gençliğin gözünden bir kez daha bakarsak bu insanlara; gençlerin görmeye yönlendirildikleri şey, bu insanların kararlarının kendi inisiyatiflerinde olduğu. Gençlerin görmeye gizlice itildiği şey de, iyi hepsi karar veriyor da bazılarının seçeneği daha fazla, seçenek için rekabet et, genç! Peki adamlar ve kadınlar ne kadar söz sahibiler kendi kararları üzerinde? Hemen hemen hiç. Çünkü bu insanların bağlı oldukları yapay ve doğal kurumlar var, dolayısıyla sorumlulukları. Millî yükümlülükleri, ahlaki değerleri, işleri, eşleri, çocukları, anneleri-babaları (evet, hâlâ ) var. Bu insanlar bir yere yönelme kararı verse ters tarafa bağlayan ip onu geri çekiyor, başka yöne gitse başka bir ip çekiyor. Bunların kendi etrafında ufak bir çemberleri var, orada tam anlamıyla kendi çaplarında eğleniyorlar. Bu serbestlik alanı iş-ev-3.değişken  üçgeni oluyor.

     Zor soru şu ki: Toplum ve devletin yetişkinlere sunduğu serbestlik mi daha geniş yoksa ailenin çocuklarına sunduğu serbestlik mi?

      Soruyla siz uğraşın, ben size 3. profilden bahsedeyim. Daha doğrusu bir geçiş formu, zira yazının başlangıcında sadece iki profil var demiştik. Üniversite hayatı, acaba burada nasıl bir konseptte duruyor? Öncelikle bu hayatı yaşayanlar özgürlüğün gereği gibi görünen ekonomik bağımsızlıklarını hâlâ kazanmış değiller, dolayısıyla kendilerini üniversite öncesi gençlerden ayrıcalıklı tutanın farklı bir şey olması lazım. O ayrıcalığın kaynağından önce ayrıcalıklara biraz değinelim: Bir yetişkin gibi söz sahibi olmak hem de bir anda. Tabii ki en büyük ayrıcalık bu haklara sahipken bir yetişkin gibi kendisini bağlayan şeylerin çok sınırlı olması. İşte bu yüzden üniversite yaşamı bir insanın hayatında tadabileceği en yüksek hazları barındırabilir. Dış dünyaya karşı algısının en açık olduğu, dolayısıyla zevklerini doyarak hissedebildiği çağlarda bağlılıkların azlığı, özgürlüklerin çokluğuyla insanlara sunulmuş bir armağandır.

     Üniversite yaşamını bu kadar ayrıcalık yapan sebep ne peki? Kuşkusuz ki otorite boşluğu.. İnsan hayatını üç kısma ayırmış gibiyiz: üniversite öncesi, üniversite, yetişkinlik. Üniversite öncesi ve yetişkinlikte şahsın üzerinde duran bir otorite illaki var. Belli sorumluluklar ya da kendilerinden sorumlu olanlar var. Kaçınılmaz ki toplulukların üzerinde otoriteye dayalı bir ağırlık varsa bu altındakilere ağırlığını dağıtacaktır, siz sadece az ağırlık taşımak için kaytarabilirsiniz. Bu otoritenin üniversite yaşamında geçici kayboluşu üniversiteyi cazip kılıyor.

     Biliyoruz ki üniversiteye girmek isteyenler, üniversiteyi yetişkinlikle ilgili yanlış izlenimlerine erişmek için araç olarak kullanıyor. Fark ediyorlar veya etmiyorlar; üniversite, asla gösterildiği gibi olmayan yetişkinlikten önce bulunabilecek bir cennet. Bunu ne zaman idrak edecekler? Belki bu yazıyı okuyunca, belki de üniversite yaşantılarının son yılında. Dileriz ki mezun olduktan sonra olmaz..

27 Ocak 2011 Perşembe

trafiksizsiniz-trafikaos-trafik:peki kimin için?-başlıklarından bi tanesi

           ilk yazım oluyore. ilk konu olarak neden trafik seçtim bilmiyorum, belki beni fazla ilgilnedirmediğindendir. evet ilgilendirmiyor. çünkü öyle bi anlayışım yok, zaten ehliyeti olmayan bir insanım, yaya olarak dahi hiç bi mesuliyeti yerine getirmiyorum.
         şöyle ki: mesela karşıdan karşıya geçerken sol-sağ-sol-sağ bugün bayram olsa olayı. kaçımız bunu yerine getiriyor veya kaçımız bunun gerekli olduğunu düşünüyor. ben şahsen direk bakıyorum, araba uzaakta ha o zaman geçiyim. hele de tekyönlü yollarda sağ-sol davası 80lerdekinden demode kalıyo evet.
          bu durumun bigünde kaç kere arabaları ani durdurmaya sebebiyet verdiğimin, kaç kere küfür yediğimin, kaç kere son anda sıyrıldığımın, kaç kere trafiği kilitlediğimin haddi hesabı yok. hala akıllanmamış bulunmaktayım. bikere çokiyi hatırlarım bahçeye gidiyodum evden, bor yolunda istikbalin oradaki yolda, karşıya geçecektim. şöyle baktım haa evet araba yok ya da uzakta dedim. yoldan geçerken militmetrik bir sıyırışla bi motosiklet geçti arkamdan fiyuuuv diye. sürücüsünün bana ettiği küfür hızıyla birlikte yayıldı havaya: amınaaa kkoruuımm. evet orda suskunluğumu korudum, o da haklı tabi. zaten adam uzaklaşmıştı, ben de içimden küfür ederek ona ulaşmasını umdum.
          bi de şu asker giderken uğurlanışı, sünnet ya da normal düğünde şıngıdı mıngıdı oynayan bilimum insan topluluklarının trafiği felç edip bi de yetmiyomuş gibi ses kirliliğine sebep olmaları, efendim sevincinizi yaşıyacaksanız trafiğe kapalı bir alanı seçiniz ki biz de nirvanaya erişelim! düğünlerdeki hardcore desibel seviyesi var ki o da ayrı bi yazı konusu olur.
          trafik büyük sorun diyolar hele istanbulda, ankarada yaşayan insanlar(niğdede olmayabilir(gerçi olmaya başlamış son zamanlarda, bunu kişibaşına düşen araç sayısının yükselmesiyle doğru orantılı olduğunu varsayabiliriz.)). işte o zaman küçük şehirdeki insanlar amaaan hep aynı sorun diyerek büyük şehirdeki insanlara acıyacaklarına gelip deneyimlemeliler(hahayt ankaralıyım ya artık ondan). hele de o, hele de o akşam mesai çıkışı yok mu?! normalde 15dkda giden yüzdoksansekiz, efendim o saatlerde 50dkyı buluyo gitmesi, yolda mikrometrelik(milimetre olamaz o çünkü) ilerleme anevrizmaya sebep olucak ama gel gör ki ambulans bile geçemez o trafikte, ne oldu işte kim öldüye gittin! ilk başta dedim trafik ilgilendirmiyor diye ama bu gibi durumlar istisnaya giriyo binevi.
          trafik ışıklarının yanma süresinden de muzdaribim ben! kızılaydaki o çılgın kalabalıkla birlikte atatürk bulvarından karşı karşıya geçmek o kadar az saniyeye(kaç saniye unuttum, 28di galiba) sığamıyor. ilk başta rahat rahat geçerken saniyeyi ayarlayamıyoruz, yolun yarısında aha çogaz kaldı diyerek, koş babam koş. bunu engellemek için ben genelde, mesela 24 saniye olsun, 12 saniyesini bir yol için kalan 12yi diğer yol için planlıyorum, ama nedense hep 15.saniyede ikinci yola geçmeye başlıyorum. trafiğin akmasına o kadar süre(bunu da unuttum ama kesinlikle daha çoktu.) verirken, yurdum insanına, o kaldırımları döşediğin o yolları yaptığın kişiye neden o kadar az süre? biz birer usain bolt, birer süreyya ayhan değiliz sayın yetkili!
          trafikte telefonuyla konuşan fantastik insanlar peki?! bi tane kulaklık al. parasız mısın değilsin, peki neden, ha neden?!!
          yazıyı bir kazasız belasız bunu biliyor muydunuz ile bitireyim: dünyada her yıl eşeklerin yol açtığı kazalardan ölen insan sayısı, uçak kazalarında ölen insan sayısından daha fazlaymış. national geographic öyle söylüyo.
          evet uzun oldu biraz farkındayım. ama rahatladım şimdi, iyi geldi. sen muhtemelen anaa çok uzun okumam ben bunu diycen, o zaman sözüm sana sabırlı insan, oku! belki sen de kendinden bişey bulursun! (bunu sona yazmam da garip oldu, bunu okuycak insan zaten okumuştur yazıyı ehehe.)
"trafik ne aşklara gebe?" zaytung haber ajansı bildiriyor.

23 Ocak 2011 Pazar

Antalya'ya Dönüş Ama Nereye?

     Son bir aydır yaşadığım sıkıntının iyice farkına varmış bulunuyorum. Bu sene farklı bir şehirde üniversite okumaya başlayan birisi olarak hissedebileceğim tüm aidiyet hissayatı gasp edilmiş gibi. Normal şartlarda bunu sonuna kadar arzulayan insanlar vardır muhakkak, zira bu insanlar bireyin kendini bir yere ait hissetmesinin rasyonel karar alma sürecindeki en önemli engellerden biri olduğunu bilirler.
Neyse burada benim üzerime düşen genele yansıtmadan kendi özelimden durumu aktarmak bence, muhakkak okuyan birisi kendisindeki benzerlikleri farkedicektir.

     Bu süreç nasıl mı işledi? Öncelikle beni Türkiye'nin en güzel yurtlarından biri olduğunu söyledikleri yurtlardan birine, liseden 2 arkadaşımla bi de tanımadığım bir adamla koydular, hiç sorun yok. Ben ne zaman ki odada geçirdiğim vakit ile odada çıkan problemlerin sayısının doğru orantılı olduğunu anladım, işte o vakitten sonra odada geçirdiğim süreyi minimuma indirip, geçici bir yaşam tesisi gözüyle bakamya başladım ( evet, zaten olması gereken bu biliyorum. ) . Bu konumda bana ev olarak Antalya'daki evimi düşünmek mi kalıcaktı peki, her şey bu kadar basit falan mı? Burası değilse orası mı evin?

     İşte artık problemin büyüklüğünün farkına varmaya başladığım evre geliyor. İnsan evine döner, annesine babasına sarılır. Eve bir göz atmaya başlar, tekrar bana dönücek olursak ilk gözüme çarpan ülkemiz ailesinin en büyük hobisi olan salondaki eşyaların yerini değiştirmenin bizim evde de gerçekleşmiş olmasıydı. Burada şu soruyu sorarsanız bir an boşlukta hissediyorsunuz: Acaba kaç kez değiştirdiler? Sen, gitmeden öncesini biliyorsun ve şu anı. Bu demek değil ki sen yokken bu salon büyük değişiklikler atlatmış olmasın, ailen evim diyebileceğin bir yerde senin farkına bile varamadığın kararlar alıp kullanamayacağın şeyleri üzerinde uygulamalarda bulunmuş olmasın.. Burada neyi anlaman gerekiyor biliyor musun, ben biliyorum da zira.. O insanlar da artık bu ev üzerinde senin ilgin ve inisiyatifin olmadığı fikrindeler. Tabi bu fikrindeler diyince bu bilinçli bir farkındalık durumu gibi oluyor, katiyen bunu kendilerine söylemiyorlar.Farkında değiller, bunu sözcüklere dökmeseler de aldıkları kararda kriterlerden(farkında olmadıkları kriterlerden) birisi artık senin bir kriter olmaktan iyice uzaklaşman. Sen yüzlerine vursan 'saçmalama evladım, burası senin de evin' diyicekler. Yine söylüyorum ki ben sizin bu noktada, ' Ulan içinde olanlardan haberimin bile olmadığı, söz sahibi durumunda bulunmadığım bir yer nasıl benim evim olur? Zaten 4 aydır yaşamıyorum da burada! ' diye düşünebilecek dirayette olduğunuza inanıyorum.

     Gözlem yeteneğiniz de önemli mesela, siz inatla salonun değiştiğini görmeyebilirsiniz ya da benim gibi ilerisini de görebilirsiniz. Yazıcının yeri değişmiş, anneannem farklı odaya taşınmış, televizyon kumandası değişmiş..

     Bu noktada birey kendini bir yere ait hissetmemenin zevkini ve tasasını hissediyor. Sonuç olarak Antalya'dayım ve dinleniyorum. Evim diye tanımlanabilecek tek yerdeyim, buradan 3 hafta sonra ayrıldığımda buraya bir dahaki uzun dönüşüm en az 1 yıl sonra olucak. Tabii burası yine de evim olarak nitelendirilmeye devam edicek.. Bunda ne sıkıntı mı var, bilmiyorum. Şurada herhangi bir yazıya sığdıramayacağım uzunlukta ya da benim toparlayamayacağım dağınıklıkta.

     Burada bu yazıyı sonlandırıyorum, bakıyorum da ilk yazı için olması gerektiği gibi, benim standartlarımdan uzun olmuş. Zira hep uzun başlar da gitgide kısalır diye tahmin ediyorum..